Late Praetorians
9:25 AMTurkey is very familiar with the term coup d’état. It had many different coups in history, some succeeded and some didn’t, but the main ...
Turkey is very familiar with the term coup d’état. It had many different coups in history, some succeeded and some didn’t, but the main goal was the same. Taking control of the current government because they are corrupt or their ideology and ideals conflict with the group’s, who tries to do the coup, ideology and ideals. Because that group, in Turkey’s case, it’s usually the Turkish military force, is trying to defend the country’s values from a change that they think is bad for the country, coups are usually patriotic. However, the attempted “coup” of 15 July 2016 differs from the old coups and it was a nationalistic attempt.
Kayıtsızlık ve Toplum
2:56 AMKitap incelemesi yapmak için okuyacağım kitapları seçmeden önce, beğenebileceğim kitapları okumak maksadı ile, iki...
Herman Melville’in 1853 yılında yazdığı ‘’Yazıcı Bartleby’’, zamanının çok ötesinde bir öykü. 20. yüzyılın felsefi düşünce akımı olan varoluşçuluğun, 1850’lerde yazılmış bir kitabın içinde bulunacağını hiç düşünmezdim açıkçası. Hayatı ciddiye almayan ve bu önemsizliğe karşı pasifçe duran Bartleby, 90 yıl sonra yazılacak olan Yabancı(Albert Camus)’yı hatırlattı bana. Yabancı’nın ana karakteri Meursault da, Bartleby gibi, hayata karşı durağan, umursamaz ve kayıtsız. Örneğin; Meursault, öz annesinin ölümünde bile en ufak duygu belirtisi göstermez. Bartleby de açlıktan ölmek üzereyken yada kovulduğunda duygusuzca olduğu yerde durmaya devam eder. Bu kayıtsız kalmışlık, her ne kadar zararsız gözükse de, toplum tarafından masumca karşılanmaz. Hiçkimseye zararı olmayan bu iki karakterin, topluma hiçbir katkıda bulunmadıklarından ötürü insanlar tarafından hor görülür ve tepki çeker ancak kendilerini savunma gibi bir kaygıları olmadığı için, sonları ölüm olur. Hayatın anlamsızlığının absürtlüğünün farkına varmış ve super egolarını kaybetmiş olan Meursault ve Bartleby, toplumsal normların hiç alışık olmadığı bir şekilde davranırlar. Bu iki karakter, hayatın bu anlamsızlığı karşısında mutsuz değillerdir. Nihilistler gibi umutsuzluk çukuruna düşmemişler ve kendi hallerinde, yapmayı tercih ettikleri şeyleri yapmaktadırlar ve toplumun onlara dayattığı, yapılması gereken şeyleri, istemiyorlarsa yapmamaktadırlar. Albert Camus, ‘’Sisifos Söyleni’’ adlı kitabında, bir insanın bu absürtlükten kurtulmak için izlediği üç yol olduğunu ileri sürür. Bunlar; intihar, ruhani bir inanca kendini bırakmak ve absürdü kabullenmektir. İki karakterin de absürdü kabullenmiş olduğu ve kaçınılmaz sondan uzaklaşmak için çırpınmadıklarını görmek mümkün. Ayrıca ölümle karşı karşıya kaldıklarında işi oluruna bıraktıklarını, Bartleby’nin ‘’akşam yemeği yemeye alışkın olmaması’’ yüzünden, açlıktan ölmekte olduğu halde yemek yemiyor olması ve Meursault’un kendini idama karşı savunmaya gerek görmemesi bu iki karakterlerin absürdist yanlarını bize gösteriyor.
Fil
2:31 AMRaymond Carver ile tanışmam, ‘’Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz’’’u okumam ile başladı. Bir arkadaşımın önerisi ile okuduğum o...
Öncelikle Carver’ın hayatı hakkında, önemli olduğunu düşündüğüm birkaç bilgi vermek istiyorum. Karakterlerinin çoğuna yansıttığı sorunları, hayata olan hoşnutsuzluk ve amaçsızlık, yaşadıklarının sonucu doğmuş olduğunu düşünüyorum. On dokuz yaşındayken, on altı yaşında bir kızla evlenen Carver, ilk çocuğuna evlendiği yıl, ikinci çocuğuna ise sonraki yıl sahip oldu. Ailesini hademelik, kereste fabrikasında işçilik, kuryelik ve kütüphane asistanlığıyla desteklemeye çalıştı. Karısı da birçok yerde, garson, satışçı, yönetici asistanı ve ingilizce öğretmeni olarak çalıştı. Bir yandan da yazı yazmaya çalışan Carver, hayatını sigara ve alkolü bolca tüketerek hayatında birçok sağlık problemine yol açtı ve işin sonunda, ölümüne sebep oldu. Hikayelerindeki kahramanlar da, Carver gibi, zorlu şartlarda yaşamaktaydı.
Fil, postmodern dönemin, samimi olmayan, toksik ilişkilerini bize sunuyor. Postmodern dönem ile, modernizmin kale gibi ördüğü duvarlar yıkılıyor ve insan ilişkileri, bencil ilişkiler haline geliyor. Bu yazımda incelemek istediğim üç öykü bu bağlama adeta kanıt sunmakta ve post modernizmin her ne kadar çağdaş bir kavram olsa da özünde ne kadar ilkel olduğu Yedi Ölümcül Günah'ın çağdaş dönemde gözler önüne serilmesiyle kanıtlanıyor.
Kutular, ikinci evliliklerini yapan bir çiftin düzeninin, anlatıcının annesi tarafından sarsılmasını anlatıyor. Hayatının her döneminde durmaksızın taşınan anne, bu kez, oğlunun kasabasına taşınıyor ve önceden taşındığı her yerde olduğu gibi oradan da hoşnut kalmıyor ve taşınmak istiyor. Taşınmasının sebebi olarak kasabanın ne kadar sıkıcı olduğu ve oğlundan göremediği ilgiyi bahane ediyor. Anne açgözlü ve postmodern dönemin getirisi olarak doyumsuz ve sahip olduklarıyla mutlu değil, refahı hep dışarıda arıyor ve tatminsizlik içinde boğuluyor.
Menudo’da, anlatıcı, uykusuz kaldığı bir gecede, hayatındaki üç kadını bize anlatıyor. Eski karısı Molly, şu anki karısı Vicky ve şu an ilişkisi olduğu, karşı komşusu Amanda. Anlatıcı, eski karısı Molly’yi Vicky için bırakıyor ve Molly ruhsal bozukluklar geçirmeye başlıyor. Yıllar içinde Vicky ile de ilişkileri bozulmaya başlıyor. Yeni karısının onu aldattığını öğreniyor ancak beraber yaşamaya devam ediyorlar. Anlatıcı, en sonunda Amanda ile tanışıyor ve onunla gizli bir ilişki yaşamaya başlıyor. Amanda’nın kocası, bu yaşadıkları yasak ilişkiyi öğreniyor ve evi terketmesi için Amanda’ya ultimatom veriyor. Vicky de bu ilişkinin farkında ve bu yüzden anlatıcıyı sıkıştırıyor. Menudo, kitapta beni en etkileyen öykü. Evlilik gibi kutsal bir kurumun bile nasıl dejenere bir hâl aldığını bize gösteriyor. Anlatıcı, sürekli başka kadınlarda mutluluğu araması, bitmek tükenmek bilmeyen bir alışveriş çılgınlığında, mutluluğu en son alınan üründe arayıp aslında hiç bulunamaması gibi. Biz de, bizi mutlu edecek olan şeyin aslında aldığımız son model telefon olduğunu sanıyoruz. Ancak bu illüzyon, bir üst model çıkınca bozuluyor ve onu değiştirmek istiyoruz. Menudo’da ise eşlerimizin, sevgililerimizin insanlar olduğunu unuttuğumuzu ve onları kullanıp attığımız objeler olarak görmeye başladığımızı bize hatırlatmaya çalışıyor. Kutularda olduğu gibi, burada da bir tatminsizlik söz konusu. Anlatıcı, her ilişkisini, bir sonrakinde daha mutlu olabileceğini düşünerek arkada bırakıyor ama önceden sahip olduklarını kaybedince, pişman olmaya başlıyor.
Carver, şüphesiz ki, Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından biri. Amerikan Rüyası’nın ne kadar yalandan bir kavram olduğunu ve bu güzel görünen hayalin altında yatan korkunç sonuçları kaleme almış ve bir yandan da bu korkunç canavarın gözlerine küçük yaştan bizzat bakmıştı ve bunun sonucunda sorunlu bir hayat geçirmişti. Yazdıklarında da, kendini mutsuz eden nedenleri, basit ilişki problemlerine gizlemişti. Biraz dikkatli okunduğunda, Raymond Carver’ın neden alkolik ve durmaksızın sigara içen ve bunun sonucunda da hayatını akciğer kanseri yüzünden kaybetmiş bir yazar olduğunu görmek kolay. Kim bu canavarın gözlerine dimdik baktıktan sonra hayatına mutlu mutlu devam edebilir ki zaten? Ferdiyetçiliğin ve samimiyetsizliğin boy gösterdiği dönemimizde, mutlu olmanın tek yolu belki de gözlerimizi hiç açmamaktır ve yaşamımıza öylece devam etmemizdir.
Only Lovers Left Alive
2:26 AMVampirler, 2000’lerin başına kadar, insanları etkileyen bir konsept olmuştu. Günümüzde, zombi ne ise -ki bence o da yava ş yava ...
Farkındalığının farkında olmak, tek görevi hayatta kalmak ve üremek olan bir memeli için çok zor. Bu nedenle, insanlar, isimlerinin getirdiği bu yüke karşı, (Homo Sapiens Sapiens, yani düşündüğünün üstüne düşünen adam. Aynı zamanda farkındalığının farkında olan insan da demek) kendi dikkatlerini dağıtıp, beyinlerini uyuşturmaya çalışır. Daha anlamlı bir hayat amacına sahip olamadığının gerçekliği ile yüzleşmek istemez. Bir zamanlar hayata olan düşüncelerim, beni teknik olarak bir nihilist yapıyor oluyorduysa da, zaman içinde, kendimi bu anlamsızlık batağından kurtardım. Hayatın anlamsızlığının kabullenmek, kendi hayat amacını belirlemek ve tekrar boşluğa gömülünceye kadar ne yapmaktan hoşlanılıyorsa onu yapmak, benim hayat felsefem oldu. Vampir düşüncesi, bu nedenle bana hep ilgi çekici geldi. Ortalama seksen yıl yaşayan biz insanlar, hayata koyduğumuz yalandan anlamları daha öleceğimiz yaşın yakınlarına bile gelememişken kaybetmeye başlıyorsak, ölümsüzlük ile lanetlenmiş olsaydık, bu hayata ne kadar dayanabilirdik?
Jim Jarmusch, Only Lovers Left Alive’da, ana tema olarak bu soruyu işlemiş. Karakterlerimiz, Adam ve Eve, ölümsüzlüklerinin getirdiği anlamsızlığı, kendi ilgi alanlarınca bir anlama kavuşturmuşlar. Kendilerini kültürel ve felsefik anlamda geliştirmeyi başarmışlar. Adam, zamanında Schubert’a telli kuartet yazmış ve evinde bile Tesla’nın icat ettiği teknolojileri kullanan bir müzik ve mekanik erbabı. Eve ise bir sanatçı değil ama hayatsızlığını, edebiyat ve biyolojiye adamış. Birçok farklı dilde yazılmış kitaplar okuyor ve her gördüğü canlının bilimsel ismini biliyor. Ayrıca, ikisi de, bildiğimiz vampirler gibi canavar olarak karşımıza çıkmıyorlar. Kan içme dürtülerini reformlamışlar, ortaçağda vahşice avlanırlarken yaptıkları şeyleri yapmıyorlar yani modern topluma ayak uydurmuşlar. Kanlarını, hastanelerdeki kaynaklarından para karşılığı elde ediyorlar.
Adam, Eve’e göre daha mutsuz. Filmin başlarında, kendini vurmak için özel olarak tahtadan bir kurşun yaptırmış. Bitmek tükenmek bilmeyen hayatından ve insanlardan bıkmış. Eve ise bu mutsuzluğunun farkına varınca, sevgilisinin yanında olabilmek için, Tanca’dan Detroit’e gelir. Aralarında geçen konuşmalardan, Adam’ın mutsuzluğunun, günümüzdeki insanların koyun gibi davranmalarından kaynaklandığını görürüz. ‘’Bıktım artık. Şu zombilerden, dünyaya yaptıklarından, kendi hayal güçlerine olan korkularından...’’
Biraz elitist ve kendini beğenmiş gibi gözükebilirdi bu yaptıkları. Ancak Adam ve Eve’in ölümsüz varlıklar olduğunu ve insanlığın gerçekten kötüye gittiğine birinci kişiden şahit oluyor olmaları sayesinde, bu davranışları ve düşüncelerini doğrulayabiliyorlar. Açıkçası, Adam, benim, insanlar hakkında düşündüğüm her şeyi çok güzel dile getiren bir karakter. 2 sene önce, liseyi bitirdikten bir yıl sonra, üniversiteye başlamadım ve bir yıl inzivaya çekildim. Spora gittim, resim çizdim, kitap okudum ve kız arkadaşım ile zaman geçirdim. Bir yıl boyunca, sadece çok yakın ve çok sevdiğim insanlar ile görüştüm ve elimden geldiğince insanlardan uzak durdum. Bu kendime yapmış olduğum meydan okuma sonunda gördüm ki, hayatımda geçirdiğim en güzel bir yılı geçirmişim.
Yapmak istemediğimiz işlere zorlanıyoruz, olmak istemediğimiz gibi davranıyoruz, çünkü bu toplumda yaşamak bunu gerektiriyor. Bu 80 yıllık ömrümüzü, en tepeye ulaşmaya çalışarak harcıyoruz, çünkü bilinç altımıza kodlanmış olan hayatta kalma dürtüsünün ve görevinin bu olduğunu sanıyoruz. Biraz klişe olacak belki de, ama ölümsüzlük ile gelen özgürlük, belki de gözlerimizi açabilirdi ve bu anlamsız hayatın, azıcık bile anlamlı hissettirdiği sınırlı zamanların, gerçekten sevdiğimiz şeyleri, sevdiğimiz kişiler ile yapmak olduğunu görebilirdik.
Dövüş Kulübü
1:57 AMDövü ş Klübü için birçok inceleme yazısı halihazırda yazıldı fakat bu yazıların ço ğ unlu ğ u, filmin felsefesiyle ters dü ...
Öncelikle, ilk kuralı çiğnediğim ve “Dövüş Klübü” hakkında konuştuğum için kusuruma bakmayın. David Fincher’ın Dövüş Klübü, yaşadığımız postmodern dönemin en büyük sorunlarını, satirik bir dille anlatan filmler arasında belki de en başarılı olanıdır. Günümüzde, modern erkeğin, reklamlarla belirlenen kusursuz maskülen imajına uyum sağlamak adına kendi özgün kişiliğini kaybedip, seri üretim bir kuklaya dönüşüp, alınması gerekenleri alması, giyinmesi gerekenleri giymesi, görünmesi gerektiği gibi görünmesi ve bunları yaparken de aksine maskülenliğini kaybetmesi, filmde eleştirilen problemlerden yalnızca bir tanesidir. Arzularını ve amaçlarını bulamamış bir erkek, mutlu olmak için maddiyata tutunur ve kendisini kandırır. Dövüş Klübü, kendisini bu bataklıktan kurtarmaya çalışan bir karakteri anlatıyor.
İnsanın hayatındaki en önemli dönem kuşkusuz ki çocukluğudur. Bir erkek için, çocukluk döneminde yaşadığı Ödipus kompleksi, onun ileride kendi ayakları üzerinde durabilen, sorumluluk sahibi bir erkek olmasında büyük bir rol oynar. Freud’a göre; erkek çocuk, annesini gayri cinsel olarak arzularken, evin otoritesi olan babasına da rakip gözüyle bakıp, yerine geçmek ister. Çocuk büyüdükçe, bu arzunun karşılığını annede değil başka kadınlarda ararken, baba figürü ile de kendini bağdaştırır. İsimsiz ana karakterimiz (senaryoya göre Jack), daha 6 yaşındayken babası tarafından terk edilir. Baba figürü ve engeli olmadığı için, bir erkek çocuğun en büyük amacına ulaşır ve annesinin kesintisiz ilgisine sahip olur, sonuç olarak da hayatta tatminsizleşmeye başlar. Bir yandan da erkek olmayı babasından değil, televizyondan, sinemadan, konserlerden ve reklamlardan öğrenir, ki bu da filme göre günümüzdeki erkeklerin, erkeksiliğini kaybetmesinin nedenlerindendir. Bunun en büyük suçlusu birinci olarak baba, ikinci olarak da tüketici kültürüdür. Jack’in bilinçaltının yarattığı alter egosu, ve aynı zamanda gerçekten bilinçaltında olmak istediği her şeyi sembolize eden, Tyler Durden, banyoda Jack ile girdiği bir diyalogda, en çok dövüşmek istediği kişinin babası olduğunu söyler. Ne kadar yüzleşmek istemiyor olsa da, kayboluşunun sorumlusunun babası olduğu, bilinçaltına kazılıdır. İhtiyacı olan bir eş ya da anne değil, örnek alacağı, erkek olmayı öğreneceği bir babadır. Jack ve Tyler Durden’ın evlenmek hakkında konuştuğu bir sahnede Jack: ’’Evlenemem, ben 30 yaşında bir çocuğum.’’ der, Tyler da şöyle cevap verir: ’’Biz kadınlar tarafından yetiştirilmiş bir erkekler jenerasyonuyuz... Başka bir kadının gerçekten aradığımız cevap olduğuna emin değilim.’’
Başka bir sahnede ise, Jack’in başka insanların acılarını görüp, empati kurabilmek için gittiği bir testis kanseri yardımlaşma grubunda tanıştığı, eski vücut geliştirici ancak testisleri kesildikten sonra, vücudundaki yüksek testesteron oranının, östrojen ile dengelenmesi ile göğüsleri çıkmış Bob, ona sarılıp ağlamakta olan Jack’e, buruk ve inançsız bir şekilde şöyle der: ’’Biz hâlâ erkeğiz.’’ Odada, testisleri olmayan bir grup erkek, Amerikan bayrağı altında, kendilerini ‘’Biz hâlâ erkeğiz.’’ diye avutmaya çalışarak, sarılıp ağlamaktadır. Tüketici toplumunun, alışveriş bağımlılığının, bitmek bilmeyen moda akımlarının ve bozulmuş aile yapısının, erkekleri getirdiği hal işte tam olarak da budur. Tyler’ın klüpte yaptığı konuşmalardan biri şu şekildedir: ’’Burada yaşayan en güçlü ve en zeki erkekleri görüyorum. Bu potansiyeli görüyorum ve hepsi heba oluyor. Lanet olsun, bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor, ya da beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıp gereksiz şeyler alıyoruz.’’ (...) ‘’Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız ya da yerimiz yok, ne büyük savaşı yaşadık ne de büyük buhranı. Bizim savaşımız ruhani bir savaş, en büyük buhranımız hayatlarımız.’’
’’Sizler özel değilsiniz. Sizler güzel ya da eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz. Sizler işiniz değilsiniz. Sizler paranız kadar değilsiniz. Bindiğiniz araba değilsiniz. Kredi kartlarınızın limiti değilsiniz. Sizler iç çamaşırı değilsiniz. Sizler her şey gibi çürüyen birer organik maddesiniz... Bizler bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden yeri geldiğinde dalga geçen yeri geldiğinde gülüp geçen pislikleriyiz.’’
La Nouvelle Vague
5:42 PM*La Nouvelle Vogue (French New Wave) is a french artistic movement formed against the french movie sector who is getting monotonou...
*La Nouvelle Vogue (French New Wave) is a french artistic movement formed against the french movie sector who is getting monotonous and uncreative. The founders of the movement are François Truffaut, Claude Chabrol, Jean-Luc Godard and Jacques Rivette, also the most important directors that use the new style, weren't actually directors before the movement. They were editors in a cinema magazine called "Cahiers du Cinéma" (Cinema Notebooks). They wanted to give something new to the french movie sector because they thought that using similar techniques in cinema was lazy and not something that an artist would do. For them, an artist would search new ways to show something that people used to see, differently that they would get excited by seeing it. Contemporary cinema of their time was the exact opposite of this. So they did what an artist would do, they grabbed "the rule book of making movies" and threw it to the garbage. They wanted to show that things could be done differently. But they not only showed that, they also unknowingly changed the direction of cinema history.
With French New Wave, cinematographic revolution started in cinema. "The Young Turks" (Truffaut, Chabrol, Godard, Rivette) started to use techniques that are opposed to former ones. Such as Jump Cuts, Tell, Moving Camera, Natural Lighting, Natural Sound, Framing the Focus Point, Frame Freezing and, my favourite, breaking the 4th wall.
In movie editing, when you cut from a scene to another, you usually have to show some difference between the 2 shots. For example there is a rule in editing movies that is called 30 degree rule. Basically, when you cut through one shot to another, and these shots have the same character or object in them, there have to be at least a 30 degree change between the angles of each shot. Or at least there have to be a decent amount of zoom in or out to prevent distraction. But in jump cut the angle or distance to the object doesn't change significantly. Thus, showing the audience that they are actually watching a movie, making the "magic" go away.
Jump Cuts weren't actually first introduced by The Young Turks. The Vanishing Lady (1896) and La Voyage Dans La Lune (1902) also used jump cuts in a different way. But in time, most directors decided that discontinuity in editing and montage destroys the reality in movies and makes the audience realise that they are watching a movie, but they wanted the audience to get lost in the movie and experience it without paying any attention to the shots, editing or camera angles. They were using plot and mise-en scene to swallow the audience and keeping editing out to achieve this effect. But because French New Wave is a revolutionary movement so they did the opposite by destroying that sense of reality in movies with jump cut editing but re-achieving it back with other methods.
If you watch Breathless by Godard, you can see that by discontinuous editing you can make some scenes more significant and emotional than the others or give new meanings to some shots that wouldn't be the same without jump cuts. In the car scene from Breathless, where the male character says:"I love a girl who has a very pretty neck, very pretty breasts, a very pretty voice, very pretty wrists, a very pretty forehead, very pretty knees... but who is a coward.",at the beginning of each sentence, he jump cuts so he underlines the compliments and at the end contrasts them with the criticism. In today's cinema, many directors uses this technique so we don't usually get distracted by it because we are used to it. And some examples that use jump cuts in today's cinema are Snatch by Guy Ritchie, Old Boy by Park Chan-Wook, Royal Tenenbaums by Wes Anderson.
Hand-Held Camera was another essence in French New Wave cinema. In past movies, camera was steady most of the time. Directors like Traffaut, Godard and Agnes Varda used hend-held cameras and stopped static recording. Remember what I said about re-achieving the reality sense of reality in movies by other methods? By using hand-held camera technique the movie becomes much more real. It feels like the audience is with the characters, walking around in Paris or driving around with them in their cars. They turn into companions and stop being invisible ghosts that watch them without making any move. Some example genres that use this technique are documentaries, mockumentaries and horror movies, a nice movie to watch with this technique is What We Do in the Shadows by Taika Waititi and Jemaine Clement.
The last technique that I want to talk about, and my favourite, is Breaking The 4th Wall. 4th Wall is the audience. In most movies, characters doesn't know that they are in a movie. There is a wall that hides the audience from their world, making the audience the invisible ghosts that I talked about. They cannot be seen, or cannot be talked. But French New Wave breaks the 4th wall by characters that know there is an audience behind the camera's "eye". They are watching them, they are basically with them. Therefore, making the audience is a part of the movie, making them participate to it. A great example is, another car scene, Pierrot Le Fou by Godard. In modern cinema, this technique became very common. Some great examples are Fight Club by Fincher, Monty Phyton and the Holy Grail by Terry Jones and Terry Gilliam, Deadpool by Tim Miller.
![]() |
Breaking the 4th Wall in Pierrot Le Fou |