5:28 PM
9:25 AM
Late Praetorians
9:25 AMTurkey is very familiar with the term coup d’état. It had many different coups in history, some succeeded and some didn’t, but the main ...
Turkey is very familiar with the term coup d’état. It had many different coups in history, some succeeded and some didn’t, but the main goal was the same. Taking control of the current government because they are corrupt or their ideology and ideals conflict with the group’s, who tries to do the coup, ideology and ideals. Because that group, in Turkey’s case, it’s usually the Turkish military force, is trying to defend the country’s values from a change that they think is bad for the country, coups are usually patriotic. However, the attempted “coup” of 15 July 2016 differs from the old coups and it was a nationalistic attempt.
What is the difference between nationalism and patriotism? And if the attempted coup was really nationalistic, what kind of nationalism was it? Patriotism is a defensive act against the change of your values, culture and so on. As I said, coups are usually patriotic. The Former coups happened in Turkey, because the government was acting on a way that is against secularism and they were corrupt and non-democratic. They were acting in a way that is against Kemalism, and the army didn’t want that and stopped it. But in our case, Turkey’s secularism is long gone and isn’t really democratic for years. It have changed from a Kemalist secular state to a more conservative, islamic, corrupt one. The military was too late to do a patriotic coup, their act wasn’t to protect their own values but to change the current values that contemporary Turkey has. And nationalism is exactly that. It is aggressive against the other ideologies that is opposing it. Nationalists believe that their way is the only way. They want everyone to follow their views. Just like the Turkish military force who thought that their kemalistic ideology was what Turkey needs and attempted a coup against the government. They did the attack to change something but not to protect something that think it should stay. Therefore, the attempted coup was a nationalistic act.
There are three kinds of nationalism. Positive, negative and transferred nationalism. Positive and negative nationalism aren’t necessarily good or bad. Positive nationalists want their group to gain “things” (This “things” can be borders, an autonomous government, power, money, anything really.) A good example is kurdish nationalists. Negative nationalism occurs against other nationalists. They want the other group to lose “things”. An example is Anti-Turkists from Greece and Armenia. While the attempters of the coup wanted to gain power and the government to lose power, their act was transferred nationalistic. Transferred nationalism has parts from both positive and negative nationalism. It conflicts with current ruling government’s ideologies. Orwell gave the example of Russophiles in UK who want to make UK a communist state and therefore against the current system. Just like the Turkish military force who wanted to change the current government’s ideology by what they think is right. Therefore, by the definitions of George Orwell, the attempted coup was a Transferred Nationalistic act against the ruling party.
Current ruling party, AKP, is ruling for more than ten years. Under their rule Turkey had many different changes. These changes happened very slowly, distributed to the time that they have ruled and just like the boil a frog while it’s alive, you need to increase the heat slowly and it doesn't understand it’s boiling, that’s what they did. I am not arguing that the change was positive or negative, but an obvious change occurred under their rule. This changes were attempted by other parties and group, but they were stopped years ago, but AKP finally succeeded. With these changes, Turkishness have changed. Schools stopped forcing students to sing national anthem and join the nationalistic ceremonies. Wearing hijab and burka became legal in schools and government buildings. But with these changes, their supporters felt like they can do whatever they can and started to attack alchol drinkers, women who doesn’t wear long skirts, couples who are kissing each other in public. But the former praetorian military force didn’t do or say anything. In time, these changes became the norm for Turkey and people accepted that, now, Turkey is a more conservative country who is in a different position that it was ten-fifteen years ago.
In 15 July 2016, for some reason, army decided to overthrow the current regime and everything they have changed. After they entered to TRT and made the TRT news anchor Tijen Karas, read their statement, their values became clear to us. In the statement they talk about how the Turkey has changed it’s path from becoming a westernized secular country to backlashing islamist and politically corrupt conservative country, and how their goal is to reverse this change. They talked about values of Kemalism and everything Turkey used to have. We can see it clearly that they have a disdain for the current regime and the changes that have been made and they want to change this current regime and ideology to something they think is better. They believed that Kemalism is what people wanted and their ideology was more preferable than the current one. It is a clear example of transferred nationalism.
Another proof to show that it was a transferred nationalist act was that every transferred nationalist act clashes with an authoritarian, patriotic movement who supports the government and we can see, by looking at the news, videos and such, that many AKP supporters who didn’t want the change that the army wants to cause and tried to stop them by sacrificing themselves . These people had a “devotion for a particular way of life” and tried to defend it from the “oppressing power”
In conclusion, most coups are patriotic, supported by the civilians in a way, because it is done to prevent a change that will be made. But the 15th July coup wan’t a patriotic coup. It was too late to be seen as one. It was transferred nationalistic because it had a disdain for current government and they wanted to change it with their agenda.
Citation:
2:56 AM
Kayıtsızlık ve Toplum
2:56 AMKitap incelemesi yapmak için okuyacağım kitapları seçmeden önce, beğenebileceğim kitapları okumak maksadı ile, iki...
Kitap incelemesi yapmak için okuyacağım kitapları seçmeden önce, beğenebileceğim kitapları
okumak maksadı ile, iki arkadaşıma fikir danıştım. Bu iki, (İkisi de karşılaştırmalı edebiyat
öğrencisi) çok kültürlü ve durmaksızın okuyan, arkadaşımdan onlara yolladığım kitap listesinden
üç kitap seçmelerini istedim. Birbirlerinden habersiz bir şekilde, ikisi de ‘’Yazıcı Bartleby’’’yi
önerince hiç düşünmeden gidip aldım ve pişman kalmadım.
Anlatıcı, Wall Street’de bir mühürdarlık bürosu sahibi, yaşlıca bir adam. Öykü, anlatıcının
kendisinden kısaca bahsetmesi ile başlıyor ve ofisindeki üç çalışanını açıklaması ile devam ediyor.
Hindi, Kıskaç ve Kurabiye. Hindi, patronun yaşlarında, tombalak bir İngilizdir. Sabahları işini en iyi
şekilde yaparken, akşamları öfkeli ve sabırsız birine dönüşür. Kıskaç, yirmi beş yaşlarında hırslı bir
genç. Hindi’nin aksine, sabahları öfkeli ve ‘’hazımsızken’’, öğlenden sonraları çok çalışkan birine
dönüşür. Kurabiye ise, 12 yaşlarında bir çocuk. Babası, onu hukukçu olarak görmek istediği için,
haftada bir dolar karşılığında, ofiste çalışması için işe başlatmış. Anlatıcı, işlerin yoğunlaştığı bir sırada,
işe, bir yazıcı daha almak istediğine karar verir. Bir gün, verdiği ilan önünde ''soluk ve düzgün,
acınacak derecede saygıdeğer, çaresiz derecede yalnız'' Bartleby’yi görür ve onu işe alır.
Bartleby, durmadan çalışan ama asosyal biridir. Kopyalama görevini hiç mola vermeden yerine
getirir. Anlatıcı onun bu çalışkanlığından memnundur. Ama, birgün, anlatıcı onu
kopyaladığı kağıtları beraber kontrol etmek maksadıyla ofisine çağırdığında, Bartleby sakince cevap verir:
’’Yapmamayı tercih ederim’’. Anlatıcı, şaşkınlık içinde, ne yapacağını bilemez. Bir süre sonra
Bartleby, kopyalama işini de ‘’yapmamayı tercih’’ eder. Ofiste bir ruh gibi dolaşmaya başlar.
Anlatıcı, bir süre, Bartleby’nin bu hareketlerini tolere etmeye çalışsa da, artık daha fazla
dayanamaz ve onu kovar. Ancak Bartleby gitmemeyi tercih eder. Polis çağırıp tatsızlık çıkarmak
istemeyen anlatıcı, ofisi başka bir binaya taşır. Ancak, Bartleby, bu sefer, eski ofisin bulunduğu
binada boş boş gezmekte ve ‘’durmakta’’dır. Ofislerin kiracıları, anlatıcıdan yardım ister. Anlatıcı
ne kadar konuşsa da Bartleby’yi, binadan çıkmaya ikna edemez. En sonunda, diğer ofis sahipleri
polis çağırır ve Bartleby hapise girer. Hapiste, yemek ‘’yememeyi tercih’’ eder ve en sonunda
yerde ölü bir şekilde, onu ziyarete gelen anlatıcı tarafından bulunur. Kitabın sonunda, anlatıcı,
Bartleby hakkında sonradan edindiği bir bilgiyi bizimle paylaşır. Bartleby, Washington’da Alıcısı
Ölmüş Mektuplar Dairesi’nde yardımcı yazıcı olarak çalışıyormuş ancak idari bir değişiklik sonrası
işini kaybetmiş.
Herman Melville’in 1853 yılında yazdığı ‘’Yazıcı Bartleby’’, zamanının çok ötesinde bir öykü. 20. yüzyılın felsefi düşünce akımı olan varoluşçuluğun, 1850’lerde yazılmış bir kitabın içinde bulunacağını hiç düşünmezdim açıkçası. Hayatı ciddiye almayan ve bu önemsizliğe karşı pasifçe duran Bartleby, 90 yıl sonra yazılacak olan Yabancı(Albert Camus)’yı hatırlattı bana. Yabancı’nın ana karakteri Meursault da, Bartleby gibi, hayata karşı durağan, umursamaz ve kayıtsız. Örneğin; Meursault, öz annesinin ölümünde bile en ufak duygu belirtisi göstermez. Bartleby de açlıktan ölmek üzereyken yada kovulduğunda duygusuzca olduğu yerde durmaya devam eder. Bu kayıtsız kalmışlık, her ne kadar zararsız gözükse de, toplum tarafından masumca karşılanmaz. Hiçkimseye zararı olmayan bu iki karakterin, topluma hiçbir katkıda bulunmadıklarından ötürü insanlar tarafından hor görülür ve tepki çeker ancak kendilerini savunma gibi bir kaygıları olmadığı için, sonları ölüm olur. Hayatın anlamsızlığının absürtlüğünün farkına varmış ve super egolarını kaybetmiş olan Meursault ve Bartleby, toplumsal normların hiç alışık olmadığı bir şekilde davranırlar. Bu iki karakter, hayatın bu anlamsızlığı karşısında mutsuz değillerdir. Nihilistler gibi umutsuzluk çukuruna düşmemişler ve kendi hallerinde, yapmayı tercih ettikleri şeyleri yapmaktadırlar ve toplumun onlara dayattığı, yapılması gereken şeyleri, istemiyorlarsa yapmamaktadırlar. Albert Camus, ‘’Sisifos Söyleni’’ adlı kitabında, bir insanın bu absürtlükten kurtulmak için izlediği üç yol olduğunu ileri sürür. Bunlar; intihar, ruhani bir inanca kendini bırakmak ve absürdü kabullenmektir. İki karakterin de absürdü kabullenmiş olduğu ve kaçınılmaz sondan uzaklaşmak için çırpınmadıklarını görmek mümkün. Ayrıca ölümle karşı karşıya kaldıklarında işi oluruna bıraktıklarını, Bartleby’nin ‘’akşam yemeği yemeye alışkın olmaması’’ yüzünden, açlıktan ölmekte olduğu halde yemek yemiyor olması ve Meursault’un kendini idama karşı savunmaya gerek görmemesi bu iki karakterlerin absürdist yanlarını bize gösteriyor.
Herman Melville’in 1853 yılında yazdığı ‘’Yazıcı Bartleby’’, zamanının çok ötesinde bir öykü. 20. yüzyılın felsefi düşünce akımı olan varoluşçuluğun, 1850’lerde yazılmış bir kitabın içinde bulunacağını hiç düşünmezdim açıkçası. Hayatı ciddiye almayan ve bu önemsizliğe karşı pasifçe duran Bartleby, 90 yıl sonra yazılacak olan Yabancı(Albert Camus)’yı hatırlattı bana. Yabancı’nın ana karakteri Meursault da, Bartleby gibi, hayata karşı durağan, umursamaz ve kayıtsız. Örneğin; Meursault, öz annesinin ölümünde bile en ufak duygu belirtisi göstermez. Bartleby de açlıktan ölmek üzereyken yada kovulduğunda duygusuzca olduğu yerde durmaya devam eder. Bu kayıtsız kalmışlık, her ne kadar zararsız gözükse de, toplum tarafından masumca karşılanmaz. Hiçkimseye zararı olmayan bu iki karakterin, topluma hiçbir katkıda bulunmadıklarından ötürü insanlar tarafından hor görülür ve tepki çeker ancak kendilerini savunma gibi bir kaygıları olmadığı için, sonları ölüm olur. Hayatın anlamsızlığının absürtlüğünün farkına varmış ve super egolarını kaybetmiş olan Meursault ve Bartleby, toplumsal normların hiç alışık olmadığı bir şekilde davranırlar. Bu iki karakter, hayatın bu anlamsızlığı karşısında mutsuz değillerdir. Nihilistler gibi umutsuzluk çukuruna düşmemişler ve kendi hallerinde, yapmayı tercih ettikleri şeyleri yapmaktadırlar ve toplumun onlara dayattığı, yapılması gereken şeyleri, istemiyorlarsa yapmamaktadırlar. Albert Camus, ‘’Sisifos Söyleni’’ adlı kitabında, bir insanın bu absürtlükten kurtulmak için izlediği üç yol olduğunu ileri sürür. Bunlar; intihar, ruhani bir inanca kendini bırakmak ve absürdü kabullenmektir. İki karakterin de absürdü kabullenmiş olduğu ve kaçınılmaz sondan uzaklaşmak için çırpınmadıklarını görmek mümkün. Ayrıca ölümle karşı karşıya kaldıklarında işi oluruna bıraktıklarını, Bartleby’nin ‘’akşam yemeği yemeye alışkın olmaması’’ yüzünden, açlıktan ölmekte olduğu halde yemek yemiyor olması ve Meursault’un kendini idama karşı savunmaya gerek görmemesi bu iki karakterlerin absürdist yanlarını bize gösteriyor.
İşledikleri hiçbir suç olmamasına karşı, açıkça görüyoruz ki, kayıtsız kalmak, topluma
katkıda bulunmamak da aslında bir suç teşkil etmekte. Bu suç kanunlar ile belirtilmiş olmasa da,
toplumda çalışmayanlara, az para kazananlara, aylaklık yapanlara, gerekli zamanlarda
gösterilmesi ‘’gereken’’ duyguları göstermeyen insanlara karşı bir cephe alma durumu görmek
mümkün. Ayrımcılığın belki de en gözle görülür olanı, ancak görmezden gelineni de bu insanlara
yapılanlar olabilir. Milli veya dini bayramlarda, bayram kutlamayanlar, dini ibadetlerini yerine
getirmeyenler, çalışmayan, çalışsa da işinde yükselmek istemeyenler ve daha fazla para
kazanmak istemeyenler, azla yetinen ve hayatından memnun olanlar modern toplumlarda hor
görülür, ezilir ve dışlanır. En tepeye ulaşmaya çalışmayan biri, bilinçaltımıza kodlanmış olan,
hayatta kalma yarışını çoktan kaybetmemiş midir zaten? Kaybedenler zayıftır, kendini
savunamayan -veya savunmayanlar- zayıftır, rekabetten kaçanlar zayıftır. Ancak Meursault ve ve
Bartleby’nin umrunda değildir bu. Hayatın anlamsızlığının farkında olmayan insanların
düşünceleri, yüz yüze oldukları gerçek ile kıyaslandığında bir hiçtir. Diğer insanların düşünceleri ve dışlayıcı tavırlarına karşı pasif bir direniş uygular ve onları görmezden gelirler. Kendi
kendilerine yeten hayatlarında, oldukları yerde, kaçınılmaz sonu beklerler ve sonunda herkesin
ulaşmaya korktuğu o sona kucak açarlar.
2:31 AM
Fil
2:31 AMRaymond Carver ile tanışmam, ‘’Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz’’’u okumam ile başladı. Bir arkadaşımın önerisi ile okuduğum o...
Raymond Carver ile tanışmam, ‘’Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz’’’u okumam ile
başladı. Bir arkadaşımın önerisi ile okuduğum öyküler derlemesi, daha ilk sayfalarda kalbimi
kazanmayı başarmıştı. Hikayelerinde, dönemimizdeki ailevi ve romantik ilişkilerin problemli
yapısını bize sunuyor. Öykülerindeki karakterlerin başlarına gelen olaylar ve karakterlerin
yaşadıklarına verdikleri tepkiler, her okuyucunun ilişki kurabileceği kadar gündelik ama bir o
kadar da şiirsel derecede gerçekçiydi. Fil’i seçmemdeki sebep de okuduğum zamanki
tecrübelerimi tekrar yaşayabilmekti.
Öncelikle Carver’ın hayatı hakkında, önemli olduğunu düşündüğüm birkaç bilgi vermek istiyorum. Karakterlerinin çoğuna yansıttığı sorunları, hayata olan hoşnutsuzluk ve amaçsızlık, yaşadıklarının sonucu doğmuş olduğunu düşünüyorum. On dokuz yaşındayken, on altı yaşında bir kızla evlenen Carver, ilk çocuğuna evlendiği yıl, ikinci çocuğuna ise sonraki yıl sahip oldu. Ailesini hademelik, kereste fabrikasında işçilik, kuryelik ve kütüphane asistanlığıyla desteklemeye çalıştı. Karısı da birçok yerde, garson, satışçı, yönetici asistanı ve ingilizce öğretmeni olarak çalıştı. Bir yandan da yazı yazmaya çalışan Carver, hayatını sigara ve alkolü bolca tüketerek hayatında birçok sağlık problemine yol açtı ve işin sonunda, ölümüne sebep oldu. Hikayelerindeki kahramanlar da, Carver gibi, zorlu şartlarda yaşamaktaydı.
Fil, postmodern dönemin, samimi olmayan, toksik ilişkilerini bize sunuyor. Postmodern dönem ile, modernizmin kale gibi ördüğü duvarlar yıkılıyor ve insan ilişkileri, bencil ilişkiler haline geliyor. Bu yazımda incelemek istediğim üç öykü bu bağlama adeta kanıt sunmakta ve post modernizmin her ne kadar çağdaş bir kavram olsa da özünde ne kadar ilkel olduğu Yedi Ölümcül Günah'ın çağdaş dönemde gözler önüne serilmesiyle kanıtlanıyor.
Kutular, ikinci evliliklerini yapan bir çiftin düzeninin, anlatıcının annesi tarafından sarsılmasını anlatıyor. Hayatının her döneminde durmaksızın taşınan anne, bu kez, oğlunun kasabasına taşınıyor ve önceden taşındığı her yerde olduğu gibi oradan da hoşnut kalmıyor ve taşınmak istiyor. Taşınmasının sebebi olarak kasabanın ne kadar sıkıcı olduğu ve oğlundan göremediği ilgiyi bahane ediyor. Anne açgözlü ve postmodern dönemin getirisi olarak doyumsuz ve sahip olduklarıyla mutlu değil, refahı hep dışarıda arıyor ve tatminsizlik içinde boğuluyor.
Menudo’da, anlatıcı, uykusuz kaldığı bir gecede, hayatındaki üç kadını bize anlatıyor. Eski karısı Molly, şu anki karısı Vicky ve şu an ilişkisi olduğu, karşı komşusu Amanda. Anlatıcı, eski karısı Molly’yi Vicky için bırakıyor ve Molly ruhsal bozukluklar geçirmeye başlıyor. Yıllar içinde Vicky ile de ilişkileri bozulmaya başlıyor. Yeni karısının onu aldattığını öğreniyor ancak beraber yaşamaya devam ediyorlar. Anlatıcı, en sonunda Amanda ile tanışıyor ve onunla gizli bir ilişki yaşamaya başlıyor. Amanda’nın kocası, bu yaşadıkları yasak ilişkiyi öğreniyor ve evi terketmesi için Amanda’ya ultimatom veriyor. Vicky de bu ilişkinin farkında ve bu yüzden anlatıcıyı sıkıştırıyor. Menudo, kitapta beni en etkileyen öykü. Evlilik gibi kutsal bir kurumun bile nasıl dejenere bir hâl aldığını bize gösteriyor. Anlatıcı, sürekli başka kadınlarda mutluluğu araması, bitmek tükenmek bilmeyen bir alışveriş çılgınlığında, mutluluğu en son alınan üründe arayıp aslında hiç bulunamaması gibi. Biz de, bizi mutlu edecek olan şeyin aslında aldığımız son model telefon olduğunu sanıyoruz. Ancak bu illüzyon, bir üst model çıkınca bozuluyor ve onu değiştirmek istiyoruz. Menudo’da ise eşlerimizin, sevgililerimizin insanlar olduğunu unuttuğumuzu ve onları kullanıp attığımız objeler olarak görmeye başladığımızı bize hatırlatmaya çalışıyor. Kutularda olduğu gibi, burada da bir tatminsizlik söz konusu. Anlatıcı, her ilişkisini, bir sonrakinde daha mutlu olabileceğini düşünerek arkada bırakıyor ama önceden sahip olduklarını kaybedince, pişman olmaya başlıyor.
Öncelikle Carver’ın hayatı hakkında, önemli olduğunu düşündüğüm birkaç bilgi vermek istiyorum. Karakterlerinin çoğuna yansıttığı sorunları, hayata olan hoşnutsuzluk ve amaçsızlık, yaşadıklarının sonucu doğmuş olduğunu düşünüyorum. On dokuz yaşındayken, on altı yaşında bir kızla evlenen Carver, ilk çocuğuna evlendiği yıl, ikinci çocuğuna ise sonraki yıl sahip oldu. Ailesini hademelik, kereste fabrikasında işçilik, kuryelik ve kütüphane asistanlığıyla desteklemeye çalıştı. Karısı da birçok yerde, garson, satışçı, yönetici asistanı ve ingilizce öğretmeni olarak çalıştı. Bir yandan da yazı yazmaya çalışan Carver, hayatını sigara ve alkolü bolca tüketerek hayatında birçok sağlık problemine yol açtı ve işin sonunda, ölümüne sebep oldu. Hikayelerindeki kahramanlar da, Carver gibi, zorlu şartlarda yaşamaktaydı.
Fil, postmodern dönemin, samimi olmayan, toksik ilişkilerini bize sunuyor. Postmodern dönem ile, modernizmin kale gibi ördüğü duvarlar yıkılıyor ve insan ilişkileri, bencil ilişkiler haline geliyor. Bu yazımda incelemek istediğim üç öykü bu bağlama adeta kanıt sunmakta ve post modernizmin her ne kadar çağdaş bir kavram olsa da özünde ne kadar ilkel olduğu Yedi Ölümcül Günah'ın çağdaş dönemde gözler önüne serilmesiyle kanıtlanıyor.
Kutular, ikinci evliliklerini yapan bir çiftin düzeninin, anlatıcının annesi tarafından sarsılmasını anlatıyor. Hayatının her döneminde durmaksızın taşınan anne, bu kez, oğlunun kasabasına taşınıyor ve önceden taşındığı her yerde olduğu gibi oradan da hoşnut kalmıyor ve taşınmak istiyor. Taşınmasının sebebi olarak kasabanın ne kadar sıkıcı olduğu ve oğlundan göremediği ilgiyi bahane ediyor. Anne açgözlü ve postmodern dönemin getirisi olarak doyumsuz ve sahip olduklarıyla mutlu değil, refahı hep dışarıda arıyor ve tatminsizlik içinde boğuluyor.
Menudo’da, anlatıcı, uykusuz kaldığı bir gecede, hayatındaki üç kadını bize anlatıyor. Eski karısı Molly, şu anki karısı Vicky ve şu an ilişkisi olduğu, karşı komşusu Amanda. Anlatıcı, eski karısı Molly’yi Vicky için bırakıyor ve Molly ruhsal bozukluklar geçirmeye başlıyor. Yıllar içinde Vicky ile de ilişkileri bozulmaya başlıyor. Yeni karısının onu aldattığını öğreniyor ancak beraber yaşamaya devam ediyorlar. Anlatıcı, en sonunda Amanda ile tanışıyor ve onunla gizli bir ilişki yaşamaya başlıyor. Amanda’nın kocası, bu yaşadıkları yasak ilişkiyi öğreniyor ve evi terketmesi için Amanda’ya ultimatom veriyor. Vicky de bu ilişkinin farkında ve bu yüzden anlatıcıyı sıkıştırıyor. Menudo, kitapta beni en etkileyen öykü. Evlilik gibi kutsal bir kurumun bile nasıl dejenere bir hâl aldığını bize gösteriyor. Anlatıcı, sürekli başka kadınlarda mutluluğu araması, bitmek tükenmek bilmeyen bir alışveriş çılgınlığında, mutluluğu en son alınan üründe arayıp aslında hiç bulunamaması gibi. Biz de, bizi mutlu edecek olan şeyin aslında aldığımız son model telefon olduğunu sanıyoruz. Ancak bu illüzyon, bir üst model çıkınca bozuluyor ve onu değiştirmek istiyoruz. Menudo’da ise eşlerimizin, sevgililerimizin insanlar olduğunu unuttuğumuzu ve onları kullanıp attığımız objeler olarak görmeye başladığımızı bize hatırlatmaya çalışıyor. Kutularda olduğu gibi, burada da bir tatminsizlik söz konusu. Anlatıcı, her ilişkisini, bir sonrakinde daha mutlu olabileceğini düşünerek arkada bırakıyor ama önceden sahip olduklarını kaybedince, pişman olmaya başlıyor.
Kitaba ismini veren Fil, ailesi tarafından ekonomik anlamda kullanılan bir adamı
anlatıyor. Annesi, dul kaldığından, destek olmak adına her ay para yolluyor. Kız kardeşinin
kocası çalışmıyor ve kız kardeşi ile olan mektuplarında, kız kardeşi, anlatıcıya, çocuklarını
doyurmak için çok yorucu olan fabrika işinde çalışacağını söylüyor. Buna karşılık kötü hisseden
anlatıcı, ona da para yollamaya başlıyor. Oğlunun, yurtdışında parasız kalması sonucu, eğer
para yollamaz ise uyuşturucu satmaya başlayacağını söylediği tehditler üzerine, ona da destek
olmaya çalışıyor. Erkek kardeşinin de ekonomik olarak dibe vurması sonucu, borç olarak para
istemesi üzerine para veriyor ve geriye alamıyor. Son olarak da yasal olarak eski karısına her ay
para yolluyor. Don Quixote sendromuna sahip olan anlatıcı, duygusal bir şekilde kendini
manipüle eden bu insanların problemlerini, kendine görev ediniyor ve anlamsız bir savaşa
girişiyor. Ailevi bağlarına duyduğu saygı yüzünden kullanılıyor. Kapitalizmin, ailevi düzenin bile
içine girdiğini ve insanlığın en temel organizasyonu olan ailenin çıkarcı bir hale büründüğünü
bize gösteriyor. Afrika’daki kaynakları sömürüp, başka ülkelerdeki refahı arttıran bu sistem ile,
anlatıcıyı sömürüp, diğer ferdleri ayakta tutan bu sistemin arasında pek de bir fark yok.
Carver, şüphesiz ki, Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından biri. Amerikan Rüyası’nın ne kadar yalandan bir kavram olduğunu ve bu güzel görünen hayalin altında yatan korkunç sonuçları kaleme almış ve bir yandan da bu korkunç canavarın gözlerine küçük yaştan bizzat bakmıştı ve bunun sonucunda sorunlu bir hayat geçirmişti. Yazdıklarında da, kendini mutsuz eden nedenleri, basit ilişki problemlerine gizlemişti. Biraz dikkatli okunduğunda, Raymond Carver’ın neden alkolik ve durmaksızın sigara içen ve bunun sonucunda da hayatını akciğer kanseri yüzünden kaybetmiş bir yazar olduğunu görmek kolay. Kim bu canavarın gözlerine dimdik baktıktan sonra hayatına mutlu mutlu devam edebilir ki zaten? Ferdiyetçiliğin ve samimiyetsizliğin boy gösterdiği dönemimizde, mutlu olmanın tek yolu belki de gözlerimizi hiç açmamaktır ve yaşamımıza öylece devam etmemizdir.
Carver, şüphesiz ki, Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından biri. Amerikan Rüyası’nın ne kadar yalandan bir kavram olduğunu ve bu güzel görünen hayalin altında yatan korkunç sonuçları kaleme almış ve bir yandan da bu korkunç canavarın gözlerine küçük yaştan bizzat bakmıştı ve bunun sonucunda sorunlu bir hayat geçirmişti. Yazdıklarında da, kendini mutsuz eden nedenleri, basit ilişki problemlerine gizlemişti. Biraz dikkatli okunduğunda, Raymond Carver’ın neden alkolik ve durmaksızın sigara içen ve bunun sonucunda da hayatını akciğer kanseri yüzünden kaybetmiş bir yazar olduğunu görmek kolay. Kim bu canavarın gözlerine dimdik baktıktan sonra hayatına mutlu mutlu devam edebilir ki zaten? Ferdiyetçiliğin ve samimiyetsizliğin boy gösterdiği dönemimizde, mutlu olmanın tek yolu belki de gözlerimizi hiç açmamaktır ve yaşamımıza öylece devam etmemizdir.
2:26 AM
Only Lovers Left Alive
2:26 AMVampirler, 2000’lerin başına kadar, insanları etkileyen bir konsept olmuştu. Günümüzde, zombi ne ise -ki bence o da yava ş yava ...
Vampirler, 2000’lerin başına kadar, insanları etkileyen bir konsept olmuştu. Günümüzde,
zombi ne ise -ki bence o da yavaş yavaş ölüyor- , 2000’lere kadar, vampir de oydu. Gotik
kültürünün güçlü olduğu 90’larda, bir çok başarılı vampir filmi çekildi. Bram Stoker’ın Dracula’sı,
Tanantino’nun From Dusk Till Dawn’ı ve benim favorim, Neil Jordan’ın Interview with the
Vampire’ı bunlara en iyi örnekler. Ne yazık ki 2009 yılında, Twilight isimli, romantik chick flick
yüzünden vampirlerin havalı olduğu günler sona erdi. Popüler kültür, kurtadamlardan sonra,
gecenin başka bir canavarına daha kazık sapladı. 2010’lu yılların ortalarında çıkan Only Lovers
Left Alive (2013) ve İran yapımı A Girl Walks Home Alone at Night (2014) gibi bağımsız, festival
filmleri olmasaydı, vampirler, eskilerin dev böcek canavarları gibi alay konusu olabilirdi.
Farkındalığının farkında olmak, tek görevi hayatta kalmak ve üremek olan bir memeli için çok zor. Bu nedenle, insanlar, isimlerinin getirdiği bu yüke karşı, (Homo Sapiens Sapiens, yani düşündüğünün üstüne düşünen adam. Aynı zamanda farkındalığının farkında olan insan da demek) kendi dikkatlerini dağıtıp, beyinlerini uyuşturmaya çalışır. Daha anlamlı bir hayat amacına sahip olamadığının gerçekliği ile yüzleşmek istemez. Bir zamanlar hayata olan düşüncelerim, beni teknik olarak bir nihilist yapıyor oluyorduysa da, zaman içinde, kendimi bu anlamsızlık batağından kurtardım. Hayatın anlamsızlığının kabullenmek, kendi hayat amacını belirlemek ve tekrar boşluğa gömülünceye kadar ne yapmaktan hoşlanılıyorsa onu yapmak, benim hayat felsefem oldu. Vampir düşüncesi, bu nedenle bana hep ilgi çekici geldi. Ortalama seksen yıl yaşayan biz insanlar, hayata koyduğumuz yalandan anlamları daha öleceğimiz yaşın yakınlarına bile gelememişken kaybetmeye başlıyorsak, ölümsüzlük ile lanetlenmiş olsaydık, bu hayata ne kadar dayanabilirdik?
Jim Jarmusch, Only Lovers Left Alive’da, ana tema olarak bu soruyu işlemiş. Karakterlerimiz, Adam ve Eve, ölümsüzlüklerinin getirdiği anlamsızlığı, kendi ilgi alanlarınca bir anlama kavuşturmuşlar. Kendilerini kültürel ve felsefik anlamda geliştirmeyi başarmışlar. Adam, zamanında Schubert’a telli kuartet yazmış ve evinde bile Tesla’nın icat ettiği teknolojileri kullanan bir müzik ve mekanik erbabı. Eve ise bir sanatçı değil ama hayatsızlığını, edebiyat ve biyolojiye adamış. Birçok farklı dilde yazılmış kitaplar okuyor ve her gördüğü canlının bilimsel ismini biliyor. Ayrıca, ikisi de, bildiğimiz vampirler gibi canavar olarak karşımıza çıkmıyorlar. Kan içme dürtülerini reformlamışlar, ortaçağda vahşice avlanırlarken yaptıkları şeyleri yapmıyorlar yani modern topluma ayak uydurmuşlar. Kanlarını, hastanelerdeki kaynaklarından para karşılığı elde ediyorlar.
Adam, Eve’e göre daha mutsuz. Filmin başlarında, kendini vurmak için özel olarak tahtadan bir kurşun yaptırmış. Bitmek tükenmek bilmeyen hayatından ve insanlardan bıkmış. Eve ise bu mutsuzluğunun farkına varınca, sevgilisinin yanında olabilmek için, Tanca’dan Detroit’e gelir. Aralarında geçen konuşmalardan, Adam’ın mutsuzluğunun, günümüzdeki insanların koyun gibi davranmalarından kaynaklandığını görürüz. ‘’Bıktım artık. Şu zombilerden, dünyaya yaptıklarından, kendi hayal güçlerine olan korkularından...’’
Farkındalığının farkında olmak, tek görevi hayatta kalmak ve üremek olan bir memeli için çok zor. Bu nedenle, insanlar, isimlerinin getirdiği bu yüke karşı, (Homo Sapiens Sapiens, yani düşündüğünün üstüne düşünen adam. Aynı zamanda farkındalığının farkında olan insan da demek) kendi dikkatlerini dağıtıp, beyinlerini uyuşturmaya çalışır. Daha anlamlı bir hayat amacına sahip olamadığının gerçekliği ile yüzleşmek istemez. Bir zamanlar hayata olan düşüncelerim, beni teknik olarak bir nihilist yapıyor oluyorduysa da, zaman içinde, kendimi bu anlamsızlık batağından kurtardım. Hayatın anlamsızlığının kabullenmek, kendi hayat amacını belirlemek ve tekrar boşluğa gömülünceye kadar ne yapmaktan hoşlanılıyorsa onu yapmak, benim hayat felsefem oldu. Vampir düşüncesi, bu nedenle bana hep ilgi çekici geldi. Ortalama seksen yıl yaşayan biz insanlar, hayata koyduğumuz yalandan anlamları daha öleceğimiz yaşın yakınlarına bile gelememişken kaybetmeye başlıyorsak, ölümsüzlük ile lanetlenmiş olsaydık, bu hayata ne kadar dayanabilirdik?
Jim Jarmusch, Only Lovers Left Alive’da, ana tema olarak bu soruyu işlemiş. Karakterlerimiz, Adam ve Eve, ölümsüzlüklerinin getirdiği anlamsızlığı, kendi ilgi alanlarınca bir anlama kavuşturmuşlar. Kendilerini kültürel ve felsefik anlamda geliştirmeyi başarmışlar. Adam, zamanında Schubert’a telli kuartet yazmış ve evinde bile Tesla’nın icat ettiği teknolojileri kullanan bir müzik ve mekanik erbabı. Eve ise bir sanatçı değil ama hayatsızlığını, edebiyat ve biyolojiye adamış. Birçok farklı dilde yazılmış kitaplar okuyor ve her gördüğü canlının bilimsel ismini biliyor. Ayrıca, ikisi de, bildiğimiz vampirler gibi canavar olarak karşımıza çıkmıyorlar. Kan içme dürtülerini reformlamışlar, ortaçağda vahşice avlanırlarken yaptıkları şeyleri yapmıyorlar yani modern topluma ayak uydurmuşlar. Kanlarını, hastanelerdeki kaynaklarından para karşılığı elde ediyorlar.
Adam, Eve’e göre daha mutsuz. Filmin başlarında, kendini vurmak için özel olarak tahtadan bir kurşun yaptırmış. Bitmek tükenmek bilmeyen hayatından ve insanlardan bıkmış. Eve ise bu mutsuzluğunun farkına varınca, sevgilisinin yanında olabilmek için, Tanca’dan Detroit’e gelir. Aralarında geçen konuşmalardan, Adam’ın mutsuzluğunun, günümüzdeki insanların koyun gibi davranmalarından kaynaklandığını görürüz. ‘’Bıktım artık. Şu zombilerden, dünyaya yaptıklarından, kendi hayal güçlerine olan korkularından...’’
Medya ne derse ona inanan, her türlü saçma trendi düşüncesizce kabul eden bu
jenerasyon, Adam’ın sinirlerini bozuyor ve geçmişe büyük bir özlemle tutunmaya çalışıyor. Bunu
da materyalist bir şekilde, antik plak ve müzik aleti toplayarak yapıyor. Yüzlerce yıldır
yaşamanın getirdiği bilgelik ile, Adam ve Eve, insanların aynı hataları tekrar tekrar yaptığını
görüyor. Ne zaman ellerine, dünyayı iyi anlamda değiştirmek için bir şans geçse, bu şansı kendi
elleriyle tepiyorlar. Adam, bu konu hakkında şöyle diyor: ’’Pisagor, öldürüldü. Galileo, hapsedildi.
Copernicus, dalga geçildi. Newton, üzücü bir şekilde, yaptıklarını gizlemeye teşvik edildi. Tesla,
yok edildi; yapabileceği onca güzel değişiklik tamamen es geçildi. Ve hala Darwin hakkında
saçmalıyorlar.’’ Adam, insanların bu yaptıklarına dayanamıyor. Ömrü boyunca böyle olaylar
gördüğü için, artık insanları kendilerine yararı olmayan zombiler olarak görüyor ve bu yüzden
dış dünya ile olan temasını tamamen kesiyor. Tek istediği, kendini yok etmeye büyük bir inatla
çabalayan ‘’zombilerden’’ uzakta, kendi müziği ile ilgilenmek ve gerçekten çok sevdiği Eve ile
beraber olmak oluyor.
Biraz elitist ve kendini beğenmiş gibi gözükebilirdi bu yaptıkları. Ancak Adam ve Eve’in ölümsüz varlıklar olduğunu ve insanlığın gerçekten kötüye gittiğine birinci kişiden şahit oluyor olmaları sayesinde, bu davranışları ve düşüncelerini doğrulayabiliyorlar. Açıkçası, Adam, benim, insanlar hakkında düşündüğüm her şeyi çok güzel dile getiren bir karakter. 2 sene önce, liseyi bitirdikten bir yıl sonra, üniversiteye başlamadım ve bir yıl inzivaya çekildim. Spora gittim, resim çizdim, kitap okudum ve kız arkadaşım ile zaman geçirdim. Bir yıl boyunca, sadece çok yakın ve çok sevdiğim insanlar ile görüştüm ve elimden geldiğince insanlardan uzak durdum. Bu kendime yapmış olduğum meydan okuma sonunda gördüm ki, hayatımda geçirdiğim en güzel bir yılı geçirmişim.
Yapmak istemediğimiz işlere zorlanıyoruz, olmak istemediğimiz gibi davranıyoruz, çünkü bu toplumda yaşamak bunu gerektiriyor. Bu 80 yıllık ömrümüzü, en tepeye ulaşmaya çalışarak harcıyoruz, çünkü bilinç altımıza kodlanmış olan hayatta kalma dürtüsünün ve görevinin bu olduğunu sanıyoruz. Biraz klişe olacak belki de, ama ölümsüzlük ile gelen özgürlük, belki de gözlerimizi açabilirdi ve bu anlamsız hayatın, azıcık bile anlamlı hissettirdiği sınırlı zamanların, gerçekten sevdiğimiz şeyleri, sevdiğimiz kişiler ile yapmak olduğunu görebilirdik.
Biraz elitist ve kendini beğenmiş gibi gözükebilirdi bu yaptıkları. Ancak Adam ve Eve’in ölümsüz varlıklar olduğunu ve insanlığın gerçekten kötüye gittiğine birinci kişiden şahit oluyor olmaları sayesinde, bu davranışları ve düşüncelerini doğrulayabiliyorlar. Açıkçası, Adam, benim, insanlar hakkında düşündüğüm her şeyi çok güzel dile getiren bir karakter. 2 sene önce, liseyi bitirdikten bir yıl sonra, üniversiteye başlamadım ve bir yıl inzivaya çekildim. Spora gittim, resim çizdim, kitap okudum ve kız arkadaşım ile zaman geçirdim. Bir yıl boyunca, sadece çok yakın ve çok sevdiğim insanlar ile görüştüm ve elimden geldiğince insanlardan uzak durdum. Bu kendime yapmış olduğum meydan okuma sonunda gördüm ki, hayatımda geçirdiğim en güzel bir yılı geçirmişim.
Yapmak istemediğimiz işlere zorlanıyoruz, olmak istemediğimiz gibi davranıyoruz, çünkü bu toplumda yaşamak bunu gerektiriyor. Bu 80 yıllık ömrümüzü, en tepeye ulaşmaya çalışarak harcıyoruz, çünkü bilinç altımıza kodlanmış olan hayatta kalma dürtüsünün ve görevinin bu olduğunu sanıyoruz. Biraz klişe olacak belki de, ama ölümsüzlük ile gelen özgürlük, belki de gözlerimizi açabilirdi ve bu anlamsız hayatın, azıcık bile anlamlı hissettirdiği sınırlı zamanların, gerçekten sevdiğimiz şeyleri, sevdiğimiz kişiler ile yapmak olduğunu görebilirdik.
1:57 AM
Dövüş Kulübü
1:57 AMDövü ş Klübü için birçok inceleme yazısı halihazırda yazıldı fakat bu yazıların ço ğ unlu ğ u, filmin felsefesiyle ters dü ...
Dövüş Klübü için birçok inceleme yazısı halihazırda yazıldı fakat bu yazıların çoğunluğu,
filmin felsefesiyle ters düşecek hayat tarzları olan insanlar tarafından kaleme alınıyor.
Dolayısıyla filmin vermek istediği mesajı ve eleştirdiğini olguları göremiyorlar. Yapılan
incelemelerin çoğu, ironik olarak filmin eleştirdiği kültürün ürünleri olmakta.
Öncelikle, ilk kuralı çiğnediğim ve “Dövüş Klübü” hakkında konuştuğum için kusuruma bakmayın. David Fincher’ın Dövüş Klübü, yaşadığımız postmodern dönemin en büyük sorunlarını, satirik bir dille anlatan filmler arasında belki de en başarılı olanıdır. Günümüzde, modern erkeğin, reklamlarla belirlenen kusursuz maskülen imajına uyum sağlamak adına kendi özgün kişiliğini kaybedip, seri üretim bir kuklaya dönüşüp, alınması gerekenleri alması, giyinmesi gerekenleri giymesi, görünmesi gerektiği gibi görünmesi ve bunları yaparken de aksine maskülenliğini kaybetmesi, filmde eleştirilen problemlerden yalnızca bir tanesidir. Arzularını ve amaçlarını bulamamış bir erkek, mutlu olmak için maddiyata tutunur ve kendisini kandırır. Dövüş Klübü, kendisini bu bataklıktan kurtarmaya çalışan bir karakteri anlatıyor.
İnsanın hayatındaki en önemli dönem kuşkusuz ki çocukluğudur. Bir erkek için, çocukluk döneminde yaşadığı Ödipus kompleksi, onun ileride kendi ayakları üzerinde durabilen, sorumluluk sahibi bir erkek olmasında büyük bir rol oynar. Freud’a göre; erkek çocuk, annesini gayri cinsel olarak arzularken, evin otoritesi olan babasına da rakip gözüyle bakıp, yerine geçmek ister. Çocuk büyüdükçe, bu arzunun karşılığını annede değil başka kadınlarda ararken, baba figürü ile de kendini bağdaştırır. İsimsiz ana karakterimiz (senaryoya göre Jack), daha 6 yaşındayken babası tarafından terk edilir. Baba figürü ve engeli olmadığı için, bir erkek çocuğun en büyük amacına ulaşır ve annesinin kesintisiz ilgisine sahip olur, sonuç olarak da hayatta tatminsizleşmeye başlar. Bir yandan da erkek olmayı babasından değil, televizyondan, sinemadan, konserlerden ve reklamlardan öğrenir, ki bu da filme göre günümüzdeki erkeklerin, erkeksiliğini kaybetmesinin nedenlerindendir. Bunun en büyük suçlusu birinci olarak baba, ikinci olarak da tüketici kültürüdür. Jack’in bilinçaltının yarattığı alter egosu, ve aynı zamanda gerçekten bilinçaltında olmak istediği her şeyi sembolize eden, Tyler Durden, banyoda Jack ile girdiği bir diyalogda, en çok dövüşmek istediği kişinin babası olduğunu söyler. Ne kadar yüzleşmek istemiyor olsa da, kayboluşunun sorumlusunun babası olduğu, bilinçaltına kazılıdır. İhtiyacı olan bir eş ya da anne değil, örnek alacağı, erkek olmayı öğreneceği bir babadır. Jack ve Tyler Durden’ın evlenmek hakkında konuştuğu bir sahnede Jack: ’’Evlenemem, ben 30 yaşında bir çocuğum.’’ der, Tyler da şöyle cevap verir: ’’Biz kadınlar tarafından yetiştirilmiş bir erkekler jenerasyonuyuz... Başka bir kadının gerçekten aradığımız cevap olduğuna emin değilim.’’
Başka bir sahnede ise, Jack’in başka insanların acılarını görüp, empati kurabilmek için gittiği bir testis kanseri yardımlaşma grubunda tanıştığı, eski vücut geliştirici ancak testisleri kesildikten sonra, vücudundaki yüksek testesteron oranının, östrojen ile dengelenmesi ile göğüsleri çıkmış Bob, ona sarılıp ağlamakta olan Jack’e, buruk ve inançsız bir şekilde şöyle der: ’’Biz hâlâ erkeğiz.’’ Odada, testisleri olmayan bir grup erkek, Amerikan bayrağı altında, kendilerini ‘’Biz hâlâ erkeğiz.’’ diye avutmaya çalışarak, sarılıp ağlamaktadır. Tüketici toplumunun, alışveriş bağımlılığının, bitmek bilmeyen moda akımlarının ve bozulmuş aile yapısının, erkekleri getirdiği hal işte tam olarak da budur. Tyler’ın klüpte yaptığı konuşmalardan biri şu şekildedir: ’’Burada yaşayan en güçlü ve en zeki erkekleri görüyorum. Bu potansiyeli görüyorum ve hepsi heba oluyor. Lanet olsun, bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor, ya da beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıp gereksiz şeyler alıyoruz.’’ (...) ‘’Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız ya da yerimiz yok, ne büyük savaşı yaşadık ne de büyük buhranı. Bizim savaşımız ruhani bir savaş, en büyük buhranımız hayatlarımız.’’
Öncelikle, ilk kuralı çiğnediğim ve “Dövüş Klübü” hakkında konuştuğum için kusuruma bakmayın. David Fincher’ın Dövüş Klübü, yaşadığımız postmodern dönemin en büyük sorunlarını, satirik bir dille anlatan filmler arasında belki de en başarılı olanıdır. Günümüzde, modern erkeğin, reklamlarla belirlenen kusursuz maskülen imajına uyum sağlamak adına kendi özgün kişiliğini kaybedip, seri üretim bir kuklaya dönüşüp, alınması gerekenleri alması, giyinmesi gerekenleri giymesi, görünmesi gerektiği gibi görünmesi ve bunları yaparken de aksine maskülenliğini kaybetmesi, filmde eleştirilen problemlerden yalnızca bir tanesidir. Arzularını ve amaçlarını bulamamış bir erkek, mutlu olmak için maddiyata tutunur ve kendisini kandırır. Dövüş Klübü, kendisini bu bataklıktan kurtarmaya çalışan bir karakteri anlatıyor.
İnsanın hayatındaki en önemli dönem kuşkusuz ki çocukluğudur. Bir erkek için, çocukluk döneminde yaşadığı Ödipus kompleksi, onun ileride kendi ayakları üzerinde durabilen, sorumluluk sahibi bir erkek olmasında büyük bir rol oynar. Freud’a göre; erkek çocuk, annesini gayri cinsel olarak arzularken, evin otoritesi olan babasına da rakip gözüyle bakıp, yerine geçmek ister. Çocuk büyüdükçe, bu arzunun karşılığını annede değil başka kadınlarda ararken, baba figürü ile de kendini bağdaştırır. İsimsiz ana karakterimiz (senaryoya göre Jack), daha 6 yaşındayken babası tarafından terk edilir. Baba figürü ve engeli olmadığı için, bir erkek çocuğun en büyük amacına ulaşır ve annesinin kesintisiz ilgisine sahip olur, sonuç olarak da hayatta tatminsizleşmeye başlar. Bir yandan da erkek olmayı babasından değil, televizyondan, sinemadan, konserlerden ve reklamlardan öğrenir, ki bu da filme göre günümüzdeki erkeklerin, erkeksiliğini kaybetmesinin nedenlerindendir. Bunun en büyük suçlusu birinci olarak baba, ikinci olarak da tüketici kültürüdür. Jack’in bilinçaltının yarattığı alter egosu, ve aynı zamanda gerçekten bilinçaltında olmak istediği her şeyi sembolize eden, Tyler Durden, banyoda Jack ile girdiği bir diyalogda, en çok dövüşmek istediği kişinin babası olduğunu söyler. Ne kadar yüzleşmek istemiyor olsa da, kayboluşunun sorumlusunun babası olduğu, bilinçaltına kazılıdır. İhtiyacı olan bir eş ya da anne değil, örnek alacağı, erkek olmayı öğreneceği bir babadır. Jack ve Tyler Durden’ın evlenmek hakkında konuştuğu bir sahnede Jack: ’’Evlenemem, ben 30 yaşında bir çocuğum.’’ der, Tyler da şöyle cevap verir: ’’Biz kadınlar tarafından yetiştirilmiş bir erkekler jenerasyonuyuz... Başka bir kadının gerçekten aradığımız cevap olduğuna emin değilim.’’
Başka bir sahnede ise, Jack’in başka insanların acılarını görüp, empati kurabilmek için gittiği bir testis kanseri yardımlaşma grubunda tanıştığı, eski vücut geliştirici ancak testisleri kesildikten sonra, vücudundaki yüksek testesteron oranının, östrojen ile dengelenmesi ile göğüsleri çıkmış Bob, ona sarılıp ağlamakta olan Jack’e, buruk ve inançsız bir şekilde şöyle der: ’’Biz hâlâ erkeğiz.’’ Odada, testisleri olmayan bir grup erkek, Amerikan bayrağı altında, kendilerini ‘’Biz hâlâ erkeğiz.’’ diye avutmaya çalışarak, sarılıp ağlamaktadır. Tüketici toplumunun, alışveriş bağımlılığının, bitmek bilmeyen moda akımlarının ve bozulmuş aile yapısının, erkekleri getirdiği hal işte tam olarak da budur. Tyler’ın klüpte yaptığı konuşmalardan biri şu şekildedir: ’’Burada yaşayan en güçlü ve en zeki erkekleri görüyorum. Bu potansiyeli görüyorum ve hepsi heba oluyor. Lanet olsun, bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor, ya da beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıp gereksiz şeyler alıyoruz.’’ (...) ‘’Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız ya da yerimiz yok, ne büyük savaşı yaşadık ne de büyük buhranı. Bizim savaşımız ruhani bir savaş, en büyük buhranımız hayatlarımız.’’
Dövüş Klübü, ne kadar Amerika Birleşik Devletleri’ni esas olarak alsa da, bahsettiği
sorunlar, günümüzde tüm dünyayı tehdit etmekte. Erkeklerin, dejenere sosyal medya
klonlarından ibaret olduğu günümüzü, 99 yılından öngörmüş ve eleştirmiştir. Erkeklerin bu
komplekslerden kurtulmasının yolunun da solipsizmi sonlandırmak, maddi bağımlılığın geride
bırakılmasını sağlamak ve duyguların salınması ile meditasyon ile (ki filmde bu meditasyon,
dövüşmek.) aydınlanmaktan geçtiğini ileri sürmüştür.
’’Sizler özel değilsiniz. Sizler güzel ya da eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz. Sizler işiniz değilsiniz. Sizler paranız kadar değilsiniz. Bindiğiniz araba değilsiniz. Kredi kartlarınızın limiti değilsiniz. Sizler iç çamaşırı değilsiniz. Sizler her şey gibi çürüyen birer organik maddesiniz... Bizler bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden yeri geldiğinde dalga geçen yeri geldiğinde gülüp geçen pislikleriyiz.’’
’’Sizler özel değilsiniz. Sizler güzel ya da eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz. Sizler işiniz değilsiniz. Sizler paranız kadar değilsiniz. Bindiğiniz araba değilsiniz. Kredi kartlarınızın limiti değilsiniz. Sizler iç çamaşırı değilsiniz. Sizler her şey gibi çürüyen birer organik maddesiniz... Bizler bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden yeri geldiğinde dalga geçen yeri geldiğinde gülüp geçen pislikleriyiz.’’