Bilinç, Ruh ve Beden

Tin ve beden hakkında yazmak, çok da kolay bir uğraş değilmiş açıkçası. Kafamda ne yazacağımı kurduğum hâlde, düşüncelerimi sayfaya dökün...


Tin ve beden hakkında yazmak, çok da kolay bir uğraş değilmiş açıkçası. Kafamda ne yazacağımı kurduğum hâlde, düşüncelerimi sayfaya dökünce ortaya çıkan eser beni tatmin etmediğinden, bölük
pörçük birkaç paragraf ile bakışıyorum iki saate yakındır. Aslında oradan buradan okuduğum şeyleri basit ve gelişigüzel bir şekilde yazabilir ya da her şeyi silebilir ve çok daha basit bir konuyla ilgili yazabilirim, ama insanın ne olduğu tartışması bana her şeyden daha çekici geliyor şu an.

İnsan bilinci, ne bilim ne de felsefeyle, hâlâ tam olarak anlaşılabilmiş değil. Ne yıllarca insan beynini incelemiş nörologlar, ne asırlardır insan ve ruhu hakkında düşünüp duran din âlimleri ve felsefecilerinin ileri sürdüğü fikirler, insanları tatmin etmeye yeterli. Ruh ve beden problemini, günümüzde en çok tartışan insanlardan bazıları ise, yapay zekâ ile uğraşan bilgisayar mühendisleri ve bilimkurgu yazarları. Bunun sebebi, büyük oranda, teknoloji ile, insan vücudunun makinalaşma potansiyelinin artması ve gelişen bilgisayar programlarının yavaş yavaş insansı bir hal alacak olmasının getirdiği, belirsizlikten doğan stres. Daha kendi varlığını anlayamamış ama kendi yarattığı ve bilinç kazandırdığı, cansız bir objenin varlığını kabullenmeye, insan ırkı hazır değil.

 Bilinç kazanmış bir yapay zekânın ne olduğuna karar verebilmemiz için, bilincin varlığı, bedenden farklılığı, yaptığımız eylemleri determinist bir süreç sonrası yapmamız veya özgür iradeye sahip olmamız gibi bir ton felsefik tartışma başlığının içinden çıkmamız gerek. Açıkçası Descartes’ın ‘’cogito ergo sum’’ yani ‘’düşünüyorum öyleyse varım’’ cümlesi, varlığımı sorguladığımdan dolayı bedensel olarak ne hâlde olduğumu kesinkes bilemesem de tinsel olarak var olduğumu kanıtladığından, belki de benim gibi, birçok kişiyi, kendilerini atacakları varoluş krizlerinden kurtarmıştır. Ancak ne yazık ki, asıl cevaplanması gereken soru, bireyin ne olduğu ve neyin bireyi birey yaptığı. Bu soruyu sorgulayan en güzel türlerden biri, hiç şüphesiz ki, bilimkurgunun bir alttürü olan Cyberpunk. Matrix ve Bladerunner gibi herkes tarafından bilinen eserlerin aksine Ghost in the Shell’den bahsetmek istiyorum yazının geri kalanında.

Ghost in the Shell, neyin bireyi birey yaptığı sorusunu iyice allak bullak ediyor ve sınırları birbiri içine sokuyor. Bireyi birey yapanın bilinç olduğu önerisiyle başlıyor, bilinci robotik bir vücuda yüklenmiş bir karakterin insansılığını incelerken, son yarısında ortaya çıkan bilinç kazanmış bir yapay zekânın da hikayeye katılmasıyla, bildiğimiz tüm sınırları tepetaklak ediyor. Sanırım, dinî inançları yüksek olmayan çoğu kişi, vücut ve organların, kendilerini robotik mevkidaşlarına bıraktıklarında, insanın bilincinin kaybolmadığına ve o kişinin hala o kişi olduğu konusunda hem fikir olabilir. Sonuçta, robotik kalp takılan ya da protez kol veya bacak taktıran insanlar benliklerini kaybetmiyorlar. Ancak vücutta yapılan bu değişikler, nereden sonra, insanı insanlıktan çıkarıyor? Bütün vücudu, beyin de dahîl olarak değiştirebilir miyiz? Beyindeki bütün veri dolaşımını simüle edebilecek bir makina tasarlansa ve bilinç denen şey oraya aktarılsa ve tamamen robot bir vücuda takılsa, bilinci aktarılan kişi gene insan mıdır? Peki, aynı şekilde, bu dolaşımı kendi kendine simüle etmeyi öğrenmiş bir bilgisayar ne kadar bireydir?

Çok hoşuma giden bir alıntı yapacağım Ghost in the Shell’den, bilinç kazanmış olan Puppetmaster’ın bilinç kazandığına inanmayan bilimadamları, onun nefsini korumak için programlandığını söylüyor. Puppetmaster da, DNA’nın da nefsini korumak için yazılmış programlar olduğunun tartışılabileceğini ileri sürüyor. Üstünde düşününce, gerçekten de Freud’un id, ego, super ego analizindeki gibi, insanın tamamen hayvansı içgüdüleri ile sadece DNA’sını korumak adına yaşadığını, ölmemeye çalıştığını (yemek yediğini, uyuduğunu) ve ölmeden önce bu DNA’yı üreyerek bir sonraki jenerasyona aktardığı mantıklı geliyor. Yani varsayımsal bilinçli bir bilgisayarın, insandan farkı, biyolojisi. Bu düşünceler beni önceden umutsuzluğa sürüklerdi ve kafamı bulandırırdı. Ne olduğumu bilememek bana tatminsizlik yaşatırdı ve kendimi uzayın ortasında, bomboş hissederdim. Ancak, sonradan düşündüm ki, aşk gibi hayatın içinden bir duygu bile, birkaç kimyasal sebebiyle yaşanıyorsa ne olmuş yani? Sonuçta algımız ve hissettiklerimiz olabildiğince gerçek. Yediğimiz etin tadı, dirseğimizin ordaki siniri vurduğumuzda yaşadığımız acı, bunlar hep hissettiğimiz şeyler. Belki hedonistçe ve bencilce bir düşünce bu bahsettiklerim, ama bize ne mavi

You Might Also Like

0 comments

Flickr Images