İnsan beyni, büyüyüp gelişmeye başladıkça, bu algılama şekline yeni özellikler eklenır. Gruplaştırdığı varlıkları, duyguları ve diğer soyut konseptler ile harmanlar. Bu da, varlıklara güç bahşeder. Bu kazandırılan güç, varlığa olan fikrimizi önemli boyutta etkiler. Geçenlerde bir sosyal deney izlemiştim, ucuza, çok kaliteli kıyafetleri satışa sunuyorlar. Kıyafetleri beğenen insanlara da önce kıyafetler hakkındaki fikirlerini alıp, sonra bu kıyafetlerin katillere, tecavüzcülere ait olduğunu söylüyorlar, bunu duyduktan sonra, insanların büyük bir çoğunluğu, kıyafetleri almaktan vazgeçiyor. Katil ve tecavüzcü gibi kötü etiketler, bu kıyafetlerle birleşince, cansız kıyafetlere, adeta kişilik katıyor ve gördüğümüz ceketin, diğer ceketlerden ayrılmasına neden oluyor. Grubundan onu, bir nebze de olsa, ayırıyor.
Saramago’nun kitabı, Ölümlü Nesneler’deki, kısa hikayelerden iki tanesi beni çok etkiledi. Bunlardan biri, bir diktatörün sandalyesinin kırılarak onun ölümüne yol açmasını, diğeri de sahibini rehin alan bir arabayı anlatıyordu. ‘’Peki, başta anlattıkların ile, bu hikayelerin ne alakası var?’’ dediğinizi duyar gibiyim. Şöyle ki, neo-liberalizmin hüküm sürdüğü, ferdiyetçiliğin ve sözde, kişisel kimliğin ön planda olduğu toplumlarda, bu kimliği oluşturan şeyler, cansız objelerden oluşur. Bizi biz yapan, giydiklerimiz, bindiğimiz araç, kullandığımız cihazlardır.
Bu kimliği yaşatmak için de, kullandığımız eşyalara olduklarından farklı anlamlar yüklüyoruz ve onlar tarafından ‘rehin alınıyoruz’. Bu psikolojiyi en iyi kullanan marka, hiç şüphesiz ki, Apple. Her ürününün önüne ‘’I’’ (Ben) getirerek, sattığı aygıtları, içselleştirmemize, bizim bir parçamızmış gibi görmemize yol açıyor. Bu da toplumda, insanlar arasında, ‘’Bu ceket tam sen ya!’’, gibi diyaloglara yol açar ve insanları daha da tüketmeye teşvik eder. Bunun en büyük zararı da, karakterimizin, düşüncelerimizin ve duygularımızın, kimliğimiz üzerindeki etkisinin minimuma indirgenmesi ve insanları, daha onlarla konuşmadan önce, içtikleri kahve markası, kullandıkları kalem, telefon, çanta, hatta kullandıkları sigara markasına bakarak, onları daha tanınmadan yargılamamıza sebep olur. Peki, sonunda ne olur? Aldığımız, bizi çok iyi tanımlayan, ten rengimize çok uyan, rengine bayıldığımız, o çok sevdiğimiz, kişiliğimizi tanımlayan, sandalye, ‘’Çatırt!’’ diye kırılır ve biz de yere yapışırız. Ne de olsa, normal, seri üretim bir sandalyeye, tonlarca anlam yüklemişizdir ve bunun farkındalığına varmamız, suratımıza çarpan zemin gibi can acıtıcı olur.
Biliyorum, bütün yazı boyunca bir anti-kapitalist gibi algılandım. Ancak öyle bir imaj çizmek istemem. Kesinlikle, kazanılan para ile, alınmak istenilen eşyaların alınmasına karşı değilim. Karşı olduğum, alınan objelerin, insanların karakterlerini yansıtmadığının bilincine varılması. Yani, etkileşime geçtiğimiz kişilerin, ‘kişi’ olduklarını hatırlamamız ve sahip oldukları objeler ile benliklerini ayrı tutmamız gerekiyor. Ancak bu şekilde, günümüzün en büyük problemlerinden biri olan, vasıfsız ve gereksiz, ama parası ile belirli objeler edinerek, kendilerine yalandan bir kimlik ve imaj yaratan insanlara karşı duyulan saygı ve imrenme duygusu yok edilebilir ve onun yerine, imrenilecek insanlar, bilim insanları, yazarlar gibi yetenekli ve topluma katkıda bulunan, önemli insanlar olmaya başlar.
0 comments